1. Organ Bağışı ve Din Dili
Hem bireyin hem de kamunun yararının söz konusu olduğu bu konuda insanlar, din ve ahlak zemininde muhatap alındıklarında şu ilkeler önemsenmelidir:
a. Karşılıklılık: Din dünyada yapılan her iyiliğin, hem dünyevi hem de uhrevî karşılığının olduğunu bildirir. İster erdem isterse görev ahlakı gereği olsun, insanların başkaları için bir şey yapmaya özendirilmesinde iki hususun da (erdem ve görev) öne çıkarılması gerekir.
Bu karşılıklılık, insanın yaptıklarından bir karşılık beklemesini değil, yaptıklarının karşılıksız bırakılmayacağını ifade eder. Dinin esas vurgusu diğerkamlık/îsar ve ihsan’dır.
Karşılıklılık bazen çok katı bir ticaret mantığını bile çağrıştırabilir: “Allah’ın müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın aldığı”[1] yönündeki ayeti bu çerçevede hatırlamak gerekir. Ama unutulmaması gereken, iyilik yapanlara bunun eşit karşılığının değil, daha büyük bir karşılığın Kur’an tarafından öngörüldüğüdür. Bu da Allah’ın iyilik yapanlara isarı ve ihsanıdır.
“İyilik yapanlara daha büyük iyilik ve her zaman daha fazlası vardır.”[2]
Burada ödev ahlakı ile insanı yapısı gereği bir fazilet kaynağı olarak gören ve ne yapması gerektiğini kendisine buyrulmadan önce bilen insana dayalı fazilet/erdem ahlakı arasındaki farka dikkat çekmemiz gerekir. Organ bağışı ödev değil fazilet/erdem ahlakı çerçevesinde sunulması gereken bir konudur. Zira ilişkilerle bozulmamış insan fıtratı, zorda kalana yardım etmek gerektiğini bilir. Bunun bir ödev olarak ona yüklenmesine gerek yoktur. Bu yönde insanları ikna etmek için türlü yollara başvurmamız, aslında bozduğumuz bir fıtratı yeniden eski haline getirme arzu ve çabamızdan başka bir şey değildir. İnsan buyruklarla hareket eden/kendisine bildirilenleri yapan bir varlık değildir. İnsan fıtratı neyi yapması gerektiğini kendine buyuran, dolayısıyla iç otoritesinin sesini dinleyen bir varlıktır. Kur’an, insana sadece bu fıtratı ve onun gerektirdiği davranışları hatırlatmaktadır. Bu yönüyle insan bir değer/fazilet havuzudur. Kur’an-ı Kerim faziletlere/değerlere kaynaklık eden bu insanları kevser olarak adlandırmaktadır. Cennette insanlara sunulacak olan Kevser Havuzu’nun burada yaptığımız iyiliklerle dolduğunu unutmamalıyız.
b. Önem/Değer Duygusu: İnsanlar yaptıkları işin önemine ikna edilmelidirler. Tek bir kişinin katkısının hem bir hayatın devamına sebep olması hem de başkaları için örnek teşkil ederek iyilik halkasının daha da genişlemesine katkıda bulunması bağlamında ne kadar hayatî olduğunun altını çizilmelidir. Bu duygu hem verilen hem de alınan şeyi değerli kılar. “Bir insanı kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibidir. …”[3] ilahî beyanının taşıdığı anlam bütün çıplaklığıyla hem zihinlere hem de kalplere iletilebilmelidir.
c. Otorite: Bir eyleme yönlendirilecek insanlar, yaptıklarının arkasında itici kuvvetli bir güdü, güç yahut otorite isterler. İlahiyat Fakülteleri’nin ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu konuda kamuoyunu yönlendirici beyanlarından yararlanılmalıdır.
d. Tutarlılık: Geliştirilen argümanların açık-seçik olması ve insanların zihninde hiçbir şüphe bırakmaması gerekir. Organ bağışı ve ilgili konularda kanaat beyan edenlerin –tıp, hukuk, din ve etik- birbiriyle çelişmemesi, ikna edicilik anlamında büyük önem taşır.
e. Toplumsal uzlaşı/Toplumsal kanıt zorunluluğu: Bütün toplumu ilgilendiren konularda çoğunluğun verdiği kararların uygula(n)ma imkânı daha yüksektir. Dolayısıyla organ bağışıyla ilgili kamu vicdanı (duygusal yön) ve toplum bilinci (bilgisel yön) mutlaka harekete geçirilmeli ve bir konsensüs sağlanmalıdır. Bu bağlamda, din adamlarımızın, halk seviyesinde organ bağışıyla ilgili endişeleri derlemesi ve bunları giderecek cevapların üretilmesi gerekir. 30-40 yıl öncesine göre organ bağışının dinen caiz olduğunu düşünenlerin sayısındaki artış, bilgilendirmenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Organ bağışındaki artış da farkındalık yaratmanın önemiyle doğrudan ilgilidir.
2. İnsanın Bedeni, Bedenin de İnsan Üzerindeki Hakkına Dair
Modern söylem, bedenin insan üzerinde hakkı olduğu yönündeki kanaatin aksine, insanın bedeni üzerinde hakkı olduğunu bir öncül olarak kabul eder ve beden üzerinde sınırsız tasarruf yetkisi olduğunu düşünür.[4] Her iki açıdan bakıldığında bir ‘hak’ meselesi olarak tartışılacaksa, ihtiyacı olana vermek gerektiği yönündeki felsefemiz burada da çalıştırılmalıdır. Bedenimizin bizim üzerimizdeki hakkı, organ bağışı dairesinde değerlendirilmelidir.
3. İnsan Onuru Bağlamı
Kur’an açısından her insan, onuru/saygınlığı ilahi korumaya alınmış bir varlık olarak yaratılmaktadır. İnsan onurunun kaynağı, insanın diğer varlıklardan farklılığı ve taşıdığı artı donanımlardır:
“Biz insanı onurlu/saygın bir varlık olarak yarattık … ve onu başka varlıkların çoğunda bulunmayan üstünlükler/fazlalıklar ile donattık.”[5]
İnsanoğlu ‘onurlu/saygın’ kılınmıştır; bu doğru; ama saygın varlığın saygınlığını kaybettiği anların olduğu da bir o kadar gerçektir. Bu durumda onur doğrudan kazanımlarla ve eylemlerle ilişkilendirilmekte ve insan onurunun kaynağı ‘ahlak’a gömülü hale gelmektedir. Ahlakı ortaya çıkaran ve anlamlı kılan da, insanın farklı eylemler arasında ayrım yapabilecek özgür bir iradeye sahip olması yani gerçek anlamda fail olmasıdır. Ahlak felsefecileri açısından meseleye bakıldığında, faile ahlaki eylemleri üzerinden onur kazandıran şey de, ya kötülüklerden kaçınmak (I.Kant’ta olduğu gibi) ya da iyi işler yapmak (A.Gewirth’te olduğu gibi) şeklinde tezahür eder. Kur’an, hem iyi işler yapmayı, hem de kötülüklerden kaçınmayı birlikte tavsiye ederek, her iki talebi de karşılamış olmakta ve ahlaka dayalı onurun iki yönünü de dile getirmiş olmaktadır.
Dinin insan onuruna yaptığı ek, özgür iradesi, özgür iradesiyle seçtiği eylemler ve bütün bunların onun Allah’la olan ilişkisine verdiği renktir. Bu durumda insan onuru bir potansiyel olarak ortaya çıkmaktadır; bunun aktüel hale gelmesi ise iman ve eylemlerle olmaktadır. “Biz insanı en güzel ve kalıcı değerlerle donattık. Bunun ardından onu (yaptıklarıyla sebebiyle) aşağıların aşağısına indirdik. İman eden ve salih amel işleyenlere ise kesintisiz bir ödül (onuru muhafaza ederek esfeli safiline düşmeme ödülü) verdik.”[6]
İnsanların onurlarına dayalı dokunulamaz hakları Kur’an’da ‘Hudûdullah/Allah’ın sınırları’ olarak ifadesini bulmaktadır.[7] Daha açık ifadesiyle hudûdullah (Allah’ın sınırları) ifadesi, insan onurunun korumaya alındığı sınırlardır.
4. ‘Ben’ Algımız ve Dünyaya Anlam Katma İrademiz-Eylemimiz
Benliğin gelişmesinde düşünce kadar eylem de önemlidir. Benlik, hem düşünmek (Descartes, cogito) hem de ‘eylemek’ (Kant, categoric imperative) şeklinde tezahür eder. Düşünce eyleme dönüştüğü zaman ancak gerçek kudretini göstermiş olur. Dünya sadece kavramlar aracılığıyla görülen, tanınan bir idealar alanı değil, aksine sürekli faaliyetle tekrar tekrar inşa edilmesi gereken bir eylemler alanıdır. Bunun için de doğru düşünce kadar doğru eyleme ihtiyaç vardır.
Tanrı tek taraflı yaratmaz, aksine içlerine bir önem duygusu yerleştirerek yarattıklarının da yaratma sürecine katılmalarını sağlar. Yaratılmış varlık alanının kendi amacına uygun davranış sürekliliği, doğal sürecin zorunlu bir parçasıdır. Bunu şu Kur’an ayetlerinden takip edelim:
“Allah her şeyi yaratmış ve yarattığı her şeyi de kendi amacına uygun olarak belirlemiştir.”[8]
“Allah her şeye gerçek doğasını veren ve kendi amaçlarına yönlendirendir.”[9]
Tam da burada insanın doğası ve amacı çerçevesinde sorulması gereken soru, insanın yaşadığımız dünyanın daha ‘anlam’lı hâle gelmesi yönündeki ilahî plandaki/hikmetteki rolünün ne olduğudur.
Dünyaya anlam katma gayreti, dünyanın anlamsızlığı üzerinden inkâr felsefeleri geliştiren birçok düşünceyle de mücadele demektir. Hastalıkların, Allah’ın mutlak iyi ve mutlak kadir oluşu bağlamında ateizm tarafından bir sorun olarak öne çıkarıldığını biliyoruz. Varoluşçuluk, varlığın bir bütün olarak anlamsızlığını öne sürerken, hastalıkları, erken ölümleri, yaşanan felaketleri (katliamlar, vs.) bu anlamsızlığın kanıtları olarak sunmaktadır. Hastalıkları ve hastalarla dolu hastaneleri, yeryüzünün anlamdan ve hikmetten yoksunluğunun delili olarak sunanlara karşı yapılması gereken şey, bu iddiayı temellendirmek için kullanılan argümanları onların elinden almaktır. Hastalıkların önlenmesi ve hasta olanların iyileştirilmesi yönündeki her gayret, dünyamızı daha anlamlı hale getirecektir. Dünya anlamsız olsa bile, insanlık bu anlamsız dünyada hayat sürmeyi değil, onu anlamlı hale getirmeyi gerektirir. Üstelik dünyaya kattığımız anlam, kendimizi daha anlamlı hissetmemizi sağlar.
5. Farz-ı Ayn (Kişisel Sorumluluk) ve Farz-ı Kifâye (Toplumsal Sorumluluk)Vurgusu
Hasta insanların bakım ve gözetimi için kurumsal yapıların oluşturulması ve devamının sağlanması toplumsal bir sorumluluktur. Dolayısıyla organ bağışı farz-ı kifaye olarak görülmesi gereken bir sorumluluktur. Bu arada farz-ı kifaye ile ilgili bir hatırlatmada bulunmamız gerekir. Biliyoruz ki İslam’da ibadetler ibâdat-ı mersûme ve ibâdat-ı ğayr-ı mersûme olarak tasnif edilir. Bunlardan birincisi namaz, oruç gibi şekli belli, bireysel ibadetlerdir. İkincisi ise sosyal meselelerde ve insanın kendisi dışındaki insanlarla ilişkisinde ortaya çıkar. İmam Cüveynî bu ikincisine denk gelecek şekilde Farz-ı kifâye kavramını Farz-ı ayn’dan daha önemli görmüştür. Buna göre Farz-ı ayn kişinin kendisiyle, Farz-ı kifaye ise bütün insanlarla ilgilidir. Bu yorum, aynı zamanda dinin toplumsal zeminde icra edeceği fonksiyonlara vurgu niteliğindedir.
Bu toplumsal zemin vurgusu, İslam’ın evrensel olan ilkelerinin öne çıkarılmasının yolunu açacak, namaz, oruç gibi ferdi ibadetleri yapmak suretiyle Müslümanlığın bütün şartlarını yerine getirmiş olmanın rahatlığı ve güveni içinde oturan Müslümanlara, bunun yetmeyeceği, ahlak iddialarının içselleştirildiğinin gösterim alanının toplumsallık olduğu hatırlatılacaktır.
Ayetlerde geçen, امنوا و عملوا الصالحات (aminu ve ‘amilussalihati), (iman edin ve insanların yararına/salahına olan işler yapın) kısmı dinin tam da toplumsal zemindeki aktifliğinin ve ıslah amacının dile getirilmiş halini temsil etmektedir. Ayetin birinci kısmı, imanla ilgilidir; ikinci kısmı ise kamuyla ve kamuyu oluşturan tek tek her bireyin yararıyla (maslahatla) ilgilidir. Maslahat kişiler arası ilişkilere rengini veren bir kavramdır. İbadetler, maslahat değil, maslahatın işlemesi için bireyi eğiten yardımcı unsurlardır.
Vermek Üzerine
Halil Cibran’dan yaptığımız şu alıntı, vermek, kendinden vermek, vermeğe layık olmak gibi kavramsallaştırmalara yeniden dikkatimizi çekmektedir:
Malınızdan mülkünüzden verirken pek fazla bir şey vermiş sayılmazsınız. Gerçekten vermek kendinden vermektir.
Ve veren ve verirken acıyı bilmeyen, sevinç aramayan, faziletli olmayı düşünmeden verenler vardır;
Şu vadideki mersin ağacının kokusunu havaya saçması gibi verirler.
Tanrı böylelerinin elleri aracılığıyla konuşur ve onların gözlerinden dünyaya gülümser.
İstenince vermek iyidir. Fakat istenmeden, ihtiyacı anlayıp da vermek daha iyidir.;
Ve eli açık olanlar için, alacak olanı aramak vermekten daha büyük bir sevinçtir.
Sanki alıkoyabileceğiniz bir şey var mı?
Tüm sahip olduklarınız bir gün verilecek;
Öyleyse şimdiden verin de, size ait olsun verme mevsimi, mirasçılarınıza kalmasın.
“Veririm ama sadece hak edenlere” dersiniz sık sık.
Ne meyve bahçenizdeki ağaçlar böyle der ne de çayırlarınızdaki sürüler. Onlar yaşayabilmek için verir, çünkü vermekten kaçınmak yok olmaktır.
Günler ve geceler bahşedilmeye değer bulunmuş olan, sizin vereceklerinizi almaya da layıktır kuşkusuz.
Ve hayat ummanından içmeyi hak etmiş olan, sizin küçük derenizden tasını doldurmayı da hak eder.
Ve bir şeyleri alma cesaretinden ve güveninden, hayırseverliğinden büyük fazilet var mıdır? …
Siz önce bakın, veren olmaya ve vermenin aracı olmaya layık mısınız acaba?
Çünkü aslında hayata bir şeyler vermek hayata mahsustur. Kendini bağışın kaynağı olarak gören sizler sadece birer tanıksınız.
Ve siz alanlar –ve hepiniz alıcısınız- minnetin ağırlığını yüklenmeyin, yoksa kendinize ve verene boyunduruk takmış olursunuz, …[10]
Referanslar & Notlar:
[1] Tevbe 9/111.
[2] Yunus 10-26.
[3] Mâide 5/32.
[4] İnsanın bedeni üzerindeki haklarının kontrolsüzlüğün ne tür ütopyaları tetikleyip insanlığı bir drama sürükleyeceğini Nisa suresi 119. ayetten takip edebiliriz: “Allah şeytanı lanetlemiş; o da: “Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim; onları saptıracağım, onları ütopyalar peşinde koşturacağım, onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve Allah’ın yaratmasını değiştirecekler” dedi. Kim Alah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir kayba uğramıştır”. (Hayvan klonlamasında kök hücrenin hayvanların kulağı yarılarak alındığını burada hatırlamakta yarar var.)
[5] İsra 17/70.
[6] Tin 95/4-6.
[7] Bkz. Bakara 2/187; Talak 65/1.
[8] Furkân 25/2.
[9] Tâ-Hâ 20/50.
[10] Halil Cibran, Ermiş, “Vermek Üzerine” bölümü.